ENGİZEK Dağı'nın tali zirveciklerinden birinde, Karapınar’dan Kazıklı'ya aşan belin tepesinde umduğumu bulamayınca, nihai kararımı; “zirveye kadar çıkayım" şeklinde veriyorum.
Vakit erken. Henüz öğle olmamış. İşin kötüsü, zirve nerde onu da bilmiyorum.
(Günümüzde arıcı olarak bölgede yaylacılık yaptığımdan şimdi biliyor olsam da, anının kronolojisi 1 eylül 2006'yı gösteriyor takvim yapraklarında.)
İki kilometre kadar güneybatı tarafımda bir tepe daha görünüyor ama zirve bura mı, daha ilerde mi bilemem.
Bu kadar tereddüt etmemin sebebi, eyyam-ı buhur. Daha iki gün önce, yaylaya gelişimizde, ikindi yağmurundan korunmak için yarım saat kadar traktörün römorkunun altına sığınmıştık.
MEYRİK’DE GEÇMİŞ BU YOLLARDAN
MARAŞ bu mevsimde nemli ve sıcak bir iklime bürünüyor. Zirve bölgesi beş ayrı vadiye cephe olduğu için, enginlerdeki sıcak nemli hava, dağın yamacına vurunca, dikey yönlü yükselip yağış oluşturuyor.
"İki kilometre kadar" dediğim ufuktaki, zirveye doğru yürümeye / tırmanmaya başlıyorum.
Çok geçmeden, tarihlere meydan okumuş, artık kaybolmaya yüz tutmuş yayladan yaylaya geçen göç yolu ile kesişiyor yolum. İlerleyen yıllarda öğreneceğim ki; Maraş yöremizin en bilinen ağıtlarından "Meyrik Türküsü"nün kahramanı merhum Meyrik’de geçmiş bu yollardan. Sağ olarak geldiği Çevirme Yaylası'ndan, gölük (binek hayvanı) sırtında cenazesi dönmüş Pazarcık'a. (En yakın köy, Bertiz Kale köyünden ilerisi kamyonla)
Yolun gelip gittiği istikametleri inceledikten sonra, devam ediyorum ufka doğru. Ufukta gördüğüm zirveye yaklaşınca, bakıyorum malesef burası da değil asıl zirve.
Artık dağ batıya doğru kılıcına uzuyor. Yeterince irtifa aldığım ve burdan ilerisinde kayda değer bir tırmanma olmayacağı için, yatay denecek kadar dağın sırtı boyunca ilerlemeliyim.
İŞTE O MASALSI YAYLANIN MANZARASI
YANIMDA herhangi bir yiyecek olmadığından, enerjimi maksimum verimlilikte kullanarak, dağa paralel gitmek zorundayım.
Doğu-batı uzantılı dağda adımlarımı oldukça hızlandırdım. Çoğu düzlük olan yerde, koşarak ilerliyorum.
Önüme çıkan küçük tepelere tırmanıp inmemek için bazen ufuk çizgisinin kuzeyine bazen güneyine geçmeyi planladım.
İlk tepeye kuzeyinden çıktığımda, güneyimde o masalsı manzarayı görüyorum.
Bugüne kadar hiç görmediğim, duymadığım, bilmediğim bir yayla çeşidi.
Kocaman bir hilal şeklinde. Hilal, yanlarından sündürülmüş gibi enli. Karşısında Ahırdağı'nı gördüğüm için, o istikamete daracık bir vadi ile açılıyor.
Onlarca farklı noktada, etrafı küçük çayırlarla çevrili pınarlar parlıyor.
Pınarlar etrafa düzensiz bir şekilde serpiştirilmiş. Her biri şırılayarak bir aşağı pınarla birleşiyor.
Birleşen pınarlar küçük su akıntılarıyla küçük dereciklerle en tabanda birleşip, bir dere oluşturarak, Bertiz istikametinde kayboluyor. Dereden gelen çağlayanların sesi, pınarların sesine, esen yelin durumuna göre zaman zaman galib geliyor.
Pınar başlarında, toplamı beş altı taneyi geçmeyecek çadırlar var.
Koyun çanlarının sesi, köpek, tavuk ve çocukların sesiyle yaylaya hayat vermiş.
BU DERE, HANGİ DERE?
AĞZIM açık bu efsanevi yaylayı izliyorum, belki yarım saat kadar.
Bu arada aklıma en basit bir iki soru takılıyor;
"Bu dere hangi köye akıyor?"
"Bu yayla hangi köyün yaylası ve ismi ney acaba?"
Dağın aşağı kısmı da yatay olarak epey ilerlediği için Bertiz görünmüyor ki bu sorular cevap bulsun. Sadece Karşıyı görebiliyorum. Karşısı Ahırdağı'nın sırtları ve kuzey yamaçları.
Bu soruların cevabını bulmak için en az on yıl daha bekleyeceğim.
Bu merak uğruna, motosiklet kazası yapıp omzumu kıracağım, öylesine büyülü, dağların arasında kayıp bir cennet.
Gün öğleyi geçtiği için, tepemdeki bulut sürekli ve sakince büyüyor.
Hedefim, ne kadar uzakta olduğunu bilmediğim zirveyi keşfetmek olduğundan, aşağı inip yaylacılara bölgeyi sorma lüksüm yok. Yaylacılar epey aşağıda.
Bir gözüm yaylayı izleyerek, koşar adımlarla batıya ilerliyorum.
Buralar artık genelde düz bazen hafif yokuş.
Yayladan ilerisi zirveye kadar bir saat sürmüyor tahmin ediyorum.
Nihayet zirveye vardığımı, dört bir yanımın iniş olmasından anlıyorum.
ARTIK SANİYELER ALTIN DEĞERİNDE
ZİRVE Engizek'in batı tarafına o kadar yakın ki, Menzelet Barajı, Kısık Vadisi ve Hacınınoğlu Köyü burnumun dibinde.
Ve tepemdeki bulut o kadar büyüdü ve kararıyor ki, artık yağacağını garantilemiş gibi.
Zirvede biraz kalıp, memleketimi kuş bakışı izlemeye beş dakikadan fazla şansım yok. Saniyeler altın kıymetinde.
Dönüyorum ama kaç saat tırmanıp, kaç saat koştuğumu bilmeden geldiğim yol, gözümü korkutmuş olmalı ki, bu defa dağın güneyinden, askeri zirveden (ufuk çizgisinin 50 metre kadar altı) paralel yürüyüp doğuda gördüğüm bir vadinin Küçük Yaşıl’a açılacağını ve bu güzergahın daha kolay olacağını tahmin ediyorum.
Engizek Dağı'nda su endişesi pek olmaz. Her yerinde pınar vardır da, sabah yemeğinden sonra bi dünya dağ tırmandım. Açlık bir takatimi tüketirse vay halime!
Hele bir de yağmur geliyor ki artık kendini saklamaz oldu.
Dönüş yolu umudumda, ummadığım bir dağ ya da tepe karşıma çıksa, tükendiğimin resmidir.
Koşuyorum…
Hiç iniş çıkış yapmadan.
Dağın deminki yaylaya bakan güney yamacından hayali bir çizgiyi takip ederek.
GÖK GÜRÜLTÜSÜNÜN İLK MEYVELERİ
GİZEMLİ yaylayı arkama alıp, Yaşıl’a açıldığını umut ettiğim vadiye döndüğümde gök gürültüsü ilk meyvelerini üzerime serpmeye başlıyor.
Daha hızlı koşuyorum.
Yağmur şiddetlenmeden bir mağara bulabilmek umuduyla.
Artık önümde Yaşıl bölgesine ait tepeleri görüyorum ama bulutların kükreme hızına göre çok uzak.
Çok şükür ki, artık önüm sürekli iniş.
Vadi ortasına yayılmış bir düzlük içinde, mağara olmasa da, açılı bir şekilde yağmura perde olacak büyük bir kaya altına varıyorum fazla ıslanmadan.
Burda bir saat kadar bekledikten sonra yağmur kesilince, vadi boyu yoluma devam edip, çadıra geliyorum.
On yıl sonra anca kısmet oluyor, o yaylayı tekrar görüp, akıllı telefonun kamerasıyla kayıt altına almak.
O yayla TASPINAR Yaylası imiş. O dere, Boyalı köyümüze inen dereymiş.
O ESKİ HALİMDEN ESER YOK ŞİMDİ
"O eski halimden eser yok şimdi" dediği gibi İbo'nun, Taspınar'ın bazı kaynakları birleştirilip Boyalı köyümüze içme suyu çekilmiş.
Güzelliği biraz azalmış.
Ve bir başka eksiği de;
Bir zamanlar dörtyüz çadır konakladığı söylenen (çoğu çadır örenleri hala sayılabilir) yaylada, son gittiğimde iki üç çadır vardı, Baydemirli köyümüzden.
Belki artık onlar da kalmamıştır.
İnsanın ölümü kendi büyük kıyameti, küçük olan dünyanın ölümüdür.
Ne yaylalarımız kalıyor artık, ne yaylacılarımız, ne de gençliğimiz.
Bilemiyoruz, aldığımız hangi nefes dünyadaki son nefesimiz.
"Geri dönmez artık giden sevgililer,
Her ümit ufkunda ağlıyor gözler"