Enflasyon, Türkiye’de 90’lı yılların başından 2000’li yılların ortalarına kadar ağızlardan hiç düşmeyen bir kavramdı.

Hatırlarsanız enflasyon canavarı diye bir ejderha resmedilir, her hafta çarşı pazardaki fiyat artışları akşam haberlerinin vazgeçilmez konusu olurdu.

Şaşırmazdık bu haberlere! Çünkü bir hafta 200.000 liraya aldığın şekeri ertesi hafta 220.000 liraya zar zor alırdın.

2002 sonrasında ise gerçekleşen reformlar, üretim odaklı hamleler, akıllı teşvik sistemleri, güven veren siyasi iktidar, sakinleşen ülke gündemi ve cebinin para görmesine hasret vatandaşın azmi ile hızlı büyüyen bir ülke izledik.

Öyle ki, 2011 yılında bollaşan döviz hareketleri ve artan üretim kapasitesi ile enflasyon % 4.5’lara kadar düşmüş büyüme hızı %9’lara dayanmıştı.

Bir hayal gerçek olmuş, Türkiye ekonomisi en güçlü dönemlerini yaşamıştı.

2011’den sonra ise Dünya’daki sermaye hareketlerinin farklılaştığı gerçekliğiyle karşı karşıya kaldık.

Bir de bunun yanında sınırlarımızda yaşanan savaş, içerde patlayan bombalar, iç huzursuzluk ve fetö sebebi ile devletin can damarlarının tıkandığı bir ülke halini aldık.

Bu hızlı değişim Türkiye’yi, ekonomisine duyulan güvenin son derece kırıldığı bir ülke haline getirdi.

Ekonomide güven demek her şey demektir.

Sermaye her zaman güvenli limanları tercih eder.

Ülke vatandaşların başta olmak üzere kendi parana ve ekonomine güven kırılırsa, tüm reformların bir anda çöp olabilir.

Bu durumda paran değersizleşir, itibarın sarsılır ve ekonomik olarak zor bir döneme giriş yaparsın.

Türkiye’de ekonominin 2014’ten bu yana bozulma eğiliminin temel sebeplerini şöyle sıralayabiliriz.

Yabancı sermaye, Amerikan Merkez Banka’sının faiz artırım kararı ve küresel ekonomik krizin etkilerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla birlikte tekrardan güvenli limanlara doğru hareket etmeye başladı.

Oluşan bu sermaye hareketleri Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin paralarını git gide değersiz bir hale getirdi.

Bununla beraber iç huzursuzluklar ve yapılan siyasi hamleler sebebiyle doğrudan gelen yabancı sermaye miktarı da git gide azaldı.

Dövizin değerlenmesine karşın kredi faizlerinin çok düşük olması, tüketiciyi borçlanarak mal sahibi olma alışkanlığına itti.

Ne yazık ki bu mal sahibi olma isteği, git gide ülke olarak üretemediğimiz teknolojik ürünlerin odağında toplandı.

TARIM VE HAYVANCILIKTA DA DIŞA BAĞIMLILIK

Toplum olarak, İthal tekstil ürünleri, cep telefonları, bilgisayarlar, yurt dışı üretimli lüks araçlar, yatlar vb. çeşitlerini sayamayacağımız ve ne yazık ki Türkiye’de üretmediğimiz yüzlerce ürüne sahip olabilmek adına yarışa girdik.

Bu ithalatın karşılığında gerekli üretim kapasitesini sağlayamadık. 100 gr’lık iphone’a 1000 dolar verirken, 100 gr’lık kumaşı 3 dolara satarak ithalat ile baş edemedik.

Yüksek ithalat sebebiyle oluşan cari açığa çare olmasını beklediğimiz turizm sektörü terörizm sebebiyle darbe yedi.

En güvendiğimiz üretim kanadımız olan tarım ve hayvancılıkta da dışa bağımlılık kontrol edilemez bir noktaya gelince önü alınamaz bir döngünün içine girdik. Bu döngünün adı yazının ana konusu olan

Enflasyon!

Bir ülkede enflasyonun artmasının sebepleri olarak sayılan;

Tüketici gelirlerindeki artışın talebi artırması, ( Türkiye’de bu gelir artışı ne yazık ki büyüyen bir balon halini alan tüketici kredileri kaynaklıdır.)

Tarım ürünlerinin arzının yetersiz kalması, ( burası başka bir yazı konusu, acaba ürün mü yetersiz?

Aracılar mı kontrolsüz?

İşçi ücretleri, hammadde fiyatları, yüksek faiz hadleri ve devalüasyon gibi maliyeti yükselten etkenler, İthal malların fiyat artışı, Tasarrufların azalması ve yatırımların artması, Devlet harcamalarının artması ve düşük faizli kredi ile yatırımların finansmanı gibi tüm kalemlerin Türkiye’de bir anda devreye girmesi bu döngüyü daha da hızlandırdı.

Öyle bir noktaya geldik ki; Maliyet artışı fiyatları, fiyatlar enflasyonu, enflasyon kur ve faizleri tetikleyerek, 5 yılda %4’lerden %15 enflasyon seviyelerine, iki yılda %100 artan döviz kuruna, 4 yılda %250 artan faiz yüküne kadar birçok olumsuz ekonomik gösterge ile karşı karşıya kaldık.

ÜRETİMİ İLK PLANA ALINMAZSA!

Üstelik tüm bu sarmalın içerisinde, beton ekonomisinden vazgeçmeyip, seçim ekonomisi vaatleri ile ücret ve maliyet artışlarının önünü açmaya devam ettik.

Asgari ücretin 1000 TL’den 1300 TL’ye artması sonrasında başlayan enflasyon krizi, korkarım ki 1600 TL’lik mevcut asgari ücretin 2200 TL’ye çıkması ile 2019’da iyice tırmanmış olacak.

Diyeceksiniz ki asgari ücret artışı bu kadar etkili mi? Evet ne yazık ki Türkiye’de etkili!

Türkiye’de piyasa yapıcılarının kendi cebini düşünmesi ve devletin bu kuruluşları yeterli denetleyememesi alım gücünün düşmesi ve enflasyonun bu kadar artmasının en büyük etkenidir.

Asgari ücret 1000 TL iken 50 kuruş olan domates fiyatlarının, asgari ücret 1600 TL olduğunda 5 TL olması bu ücret artışlarının fiyatlara çok daha olumsuz yansıdığının en net göstergesidir.

Özetle 3 senede asgari ücretlinin maaşı %60 artarken ne yazık ki alım gücü git gide azalmaktadır.

Çözüm, vaatler ile vatandaşı kandırmaya çalışmak değil, çözüm gerçekten güvenilen, denetleyen ve üreten bir ülke olmaktan geçer.

Üretimi ilk plana almaz iseniz, 4 sene önce 3-5 olur dediğiniz enflasyon bir anda 15 olur ve hiç bir şey yapamazsınız.