İstanbul Boğazı’na takılan ilk gerdanlık (1974’te hizmete girmesinden itibaren uzun süre öyle anılageldi) olan 15 Temmuz Şehitler köprüsünün Topkapı Sarayı’ndan bakıldığında sol ayağı Ortaköy’den, sağ ayağı ise Boğaz’ın Anadolu yakasındaki Beylerbeyi’nden yükselir.
Gerçi tam bir yıl önce bugünlerde, ismi 15 Temmuz Şehitler Köprüsü olarak değiştirilen bu köprü gerdanlık olmaktan çıkıp milletin boğazını sıkan bir urgana dönüşmek üzereyken ciddi bedeller ödenerek -çok şükür- o bâdire atlatıldı. Biz de merhum Akif’in Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın dediği gibi biz de Allah bir daha milletimizi bu ve benzeri hain saldırılara maruz bırakmasın diyelim ve bu yönde gayret sarfedelim.
Beylerbeyi İstanbul’un ve Üsküdar’ın ilginç semtlerinden biridir. Osmanlı döneminde bir vakitten sonra saray ve saraya yakın devlet ricâlinin ilgisine mazhar olmuş ve farklı dönemlerde muhtelif yapılarla donatılmıştır. Beylerbeyi Sarayı ve bugün hâlen ayakta ve ibadete açık olan olan, I. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Hamîd-i Evvel Camii semtin birçok yalısı ile birlikte denizin sürekli eteklerini öptüğü (leb-i deryâ) yapıların başında gelir.
Çok eskiden, Bizans döneminde Istavroz (Hristiyan Haçı) Bahçesi olarak anılan bu semtin hep dillerde dolaşan bir özelliği de ahâlisinin ‘protokol, karşılama/uğurlama âdet ve görenekleri’ diyebileceğimiz teşrîfâta düşkün olması imiş. Belki saray terbiyesi görmüş zevâtın burada fazlaca bulunmasından olsa gerek, bilhassa kadîm zamanlarda vapur yolcularının iniş-binişlerinde birbirlerine ısrarla ve karşılıklı ‘önden buyurun’, ‘olmaz azîzim, rica ederim siz buyurun’ teklifleri yüzünden dakikalar geçtiği ve bu yüzden Beylerbeyi iskelesinden vapurların zamanında kalkmasının pek mümkün olamadığı konuyla ilgilenen tarihçiler ve İstanbul/Boğaz kültürü araştırmacıları tarafından kayda geçirilmiştir. Bu bahiste, teşrîfâtın ne kadar abartıldığına misal olmak üzere Şehir Hatları (eski adıyla Şirket-i Hayriye) işletmesinde çalışan gemi kaptanlarının, diğer iki semte dair başka türlü şikayetlerine ek olarak “Beylerbeyi’nin teşrîfâtından bıktık usandık” yakınmasıyla illallah ettikleri rivayet olunur.
Üsküdar’a ve Suriçi İstanbulu’na (dolayısıyla saraya) en yakın Boğaziçi köylerinden olan Beylerbeyi’nde saray erkânına ait saray, köşk ve sâir yapıların Osmanlı döneminde istirahat, sayfiye yahut geçici konaklamalar dışında genellikle sürekli ikâmet için kullanılmadığı söylenmektedir. Burada yeralan ve halen mevcut olan birçok önemli yapının, Osmanlı tarihine ve mimarisine meraklı olanlar bakımından önemli hususiyetleri ve hikayeleri olduğu bilinmektedir.
Şimdi gelelim damga meselesine;
Efendim, vaktiyle Maraş’ın bir köyünde(*) doğmuş, gözüpek bir avcı olan Mehmed isimli bir zât, Sultan II. Selim’in şehzadeliği döneminde onunla Amasya’da tanışır. II. Selim padişah olunca kendisini İstanbul’a getirtir. Bizim usta avcı Mehmed, saray ve çevresinde çeşitli eğitimlerden geçtikten sonra Yeniçeri Ağası olur. 1584 yılında da Beylerbeyi ünvânını alır ve hem de artık Paşadır. Üç sene sonra Vezirliğe yükselerek aynı zamanda Padişah musâhibi (özel sohbetlerine dahil olacak kadar yakını, haldaşı) olur. Mehmed Paşa o yıllarda şimdiki Beylerbeyi’nde arazi satın alarak geniş bahçeli bir sahilsaray yaptırmış ve bu köyün adı o gün bugündür Istavroz olmaktan çıkıp bizim avcı Mehmed’in adıyla, daha doğrusu ünvânına/görevine izâfetle Beylerbeyi olarak anılmaktadır.
(*) Sözkonusu köyün adını veya bulunduğu mıntıkayı şimdilik tespit edemedim.