Son aylardaki gündemimizi, bilhassa da Haziran seçimlerinden sonra ekonomideki sarsıntıları konuşarak geçirdik. Halen süren sıkıntıların nasıl bir sonuca evrileceği de henüz çok net değil. Diyelim ki hasar daha fazla büyümeden bunu savuşturduk, tam anlamıyla düze çıkabilecek miyiz?

Gönül ‘evet’ demek istiyor ama doğrusu pek sanmıyorum! Neden?

Çünkü krizlere zemin hazırlayan, kriz büyüten zaaf ve kusurlarımızla iş işten geçmeden yüzleşerek o alanları eli yetenin çomak sokabileceği ‘yumuşak karın’ olmaktan çıkarmak için kapsamlı tedbirler alabilecek bir yönetim anlayışı tesis edilememiş.

Yukarısı böyle… Aşağıda, vatandaş seviyesinde durum nedir? Bir avuç düzgün insanı tenzih ederek söylemek gerekirse; ağzıyla adalet isteyerek canhıraş feryad ederken aynı anda eliyle, ayağıyla, gaz-fren pedalıyla başkasının hakkını ufak ufak gaspeden yığınlar haline gelmişiz. Gören gözler için çok açık ki, bu kabil çürümelerimiz bizi çok çeşitli ‘operasyonlara’ açık hale getiriyor.

27 Kasım 2017, sosyal medyada yazdığım cümle: “Toplumun gidişatı fena. Ağır bir sosyal fırtına geliyor, demedi demeyin!!!”.

Eh biraz yanılmışım; ekonomik yönü ağır basan bir fırtınayla karşılaştık. Hoş, bu krizin toplumsal zihniyetimiz ve davranış biçimimizle ilişkisi yok mu, elbette çok alakası var ama buzdağının en ucunda Dolar olunca diğer kısmını boşveriyoruz. Temel sorunlarımızdan biri de bu zaten; boşvermek.

Yukarıda alıntıladığım tespitimin 13 Mart 2018’e denk düşen devamındaki paylaşımım:

“Ama maalesef, bazı temel yüzleşmeleri göze alamadığımız için bu ölçüyü anlamak ve bazı şeylerin düzelmesini -lafla değil- samimiyetle istemek daha çok uzun bir süre işimize gelmeyecek. O halde sopa yemeye devam!..”

Yedik mi bir sopa daha? Yedik.

Hani eskiden bazı gaddar hocalar haylaz talebeyi cezalandırmak için sopa kullanmak istediğinde daha etkili olması için meşe yahut kızılcık sopasını suya ıslayıp öyle tatbik edermiş, teşbihde hata olmazsa bize de sopayı dolar suyuna batırıp öyle vurdular.

Aziz okuyucu! Malumdur ki, sahih/halis niyet olmadan ve rükünlerini bihakkın yerine getirmeden ifa edilen bütün amellerin sonu ya fesattır ya hüsrandır. Böyle bir durumda o amellerin ya münafığı ya ahmağı durumuna düşülür. Yani ki; herhangi bir sorunu bertaraf etmek için atacağımız adımlarda da öncelikle sahih ve kararlı bir niyet ve yöneliş (/yüzleşme) olmaz ve çözüm sürecinde tespit-teşhis ve gereğini yapma konusunda icap edeni yap(a)mazsak, şu an yaşadığımız gibi o sorunlar kırk kere ayağımıza dolanır. Tabii sopa yemekten, mazoşist bir zavk alıyorsak ona diyeceğim yok; lakin o zaman da çözüm istedikçe gülünç oluruz.

Bir de sorun çözmenin hele de müzminleşmiş kapsamlı bir sorunu çözmenin tabiatıyla asla bağdaşmayacak şöyle bir kolaycılığımız var:

Misal; Haziran seçimlerinden sonra kurulan Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde Milli Eğitim Bakanlığına Sn. Ziya Selçuk’un atandığı duyulunca Eğitim sistemimizin geleceğine dair her kesimde bir iyimserlik havası esti ve halen büyük ölçüde devam ediyor. Beklendiği kadar önemli bir sonuç çıkmayacağını şimdiden söyleyebilirim. Sebebi gayet basit; Sayın Bakan allâme-i cihân da olsa bu kadar çetrefilli bir sorunu değil bir bakanla bütün Milli Eğitim mekanizmasını bir sihirli değnekle bir gecede istediğiniz kıvama soksanız yine çözemezsiniz.

Tek çaresi var; doğru ve kuşatıcı tedbirlerle kantin işletmecisinden öğretmen-müsteşar silsilesine, aileden ekran psikologlarına, servis sektöründen belediye zabıtasına ve kolluk kuvvetlerine, mahalle muhtarından mahalle bakkalına, çocukların rol-medel aldıkları film/dizi/müzik sektöründen cami imamına ilh. herkesin ve her kesimin yeni nesillerin bugünkü hallerinde pay/kusur sahibi olduğunu bilerek ve tüm bu tarafların ayak sürümeden aktif ve yapıcı çabasını ahenk içinde çözüm sürecine katarak ancak mümkündür. Ötesi boş hayaldir, boşa geçen zamandır. Birinin yaptığını öteki bozar veya yerleşmesine katkı sağlamazsa sonuç hüsran olur.

Bu manada olumlu bir sorun çözme süreci olarak, birkaç yıldır devam eden haliyle terörle mücadeleyi gösterebiliriz. Uyuşturucu trafiğinden militan kazanma yollarını tıkamaya; kesintisiz, etkin ve kararlı takipten gerekirse iki teröristi bertaraf etmek için iki F-16 uçurmaya; akla gelebilecek her tedbirin aksamaya/savsaklamaya izin vermeden kesin kararlılıkla ve ciddiyetle yürütüldüğünü görüyoruz. O yüzden elle tutulur, gözle görülür sonuçlar alınabiliyor.

O halde bu doğru örneği diğer alanlarda niye göremiyoruz? Cevabı çok basit; çünkü Devlet bu meselenin ertelenemez bir “Bekâ Sorunu” olarak adını koydu ve gereğini yapıyor. Peki eğitim, ahlak, ekonomi, değerler erozyonu, toplumsal gerilim gibi temel sorunlarımız tam anlamıyla nasıl çözüm yoluna girecek? Örnekten anlaşılacağı üzere Devlet aklı ne zaman bu sorunların da Millî bekâmız bakımından hayli ilerlemiş sorunlar olduğunu kavrarsa işte o zaman.

Bakınız; 02 Kasım 2014 tarihli ve “Ulusal Basın ve Trafik – “Kaçtan Aşağı Olmaz!?”” başlıklı yazımdan bir paragrafı yeniden aktarayım:

“Eğer karşımıza çıkan, içinde savaş makinelerine yer olmayan her konuyu otomatikman stratejik bakışın, ulusal güvenliğin dışına itivereceksek hepimize geçmiş olsun!. Mesele hiç öyle değil; yeri gelir, bir virüs, bir orman yangını, GDO’lu ürünler hatta ve hatta hayvan telefâtı dahil belli bir ölçeği aşan her olumsuzluk geleceğimizi tehdit eder hale gelebilir ve ulusal güvenlik sorunu mahiyetine bürünüverir.”

Bu paragrafın bilhassa kalın harflerle belirttiğim bölümüne dahil olan her sorun bizim yumuşak karnımızdır. Gözümüzün yaşına bakmadan oynarlar! Tercih bize kalmış.

Maras Times Sıddık S. Altunbaş yazıyor: KRİZLERİMİZ VE BİZ VE GELECEĞİMİZ