Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize. Kitabın adı bu. İlk duyduğumda ürpertti beni. Kendi kendime dedim ki; “Yahu bu nasıl bir söz! Adı bu olan bir kitabın münderecâtı kesinlikle lâletta’yin bir şey olamaz.” Ama acep ne ola ki? Vakit kaybetmeden temin edip okuma hissi uyandırdı bende. Derhal atımı nallayıp düştüm kitabın peşine..
Ulaşabildiğim kitaphane ve kütüphanelerde attan naldan bir iz yoktu. İnternette yaptığım araştırmadan da elle tutulur sonuç çıkmadı. Yalnız, yazarın Kirkor Ceyhan olduğunu öğrenip kitabın içeriği hakkında kısa bir arka kapak özetine muttali oldum. Bir gün elbet bir sahafta veya ekmeğinin peşinde el arabası ile eski kitap satan bir sokak satıcısında karşıma çıkar diyerek hevesimin atını yemleyip hana bağladım.
Aylar sonra bir gün ev ahalisi bir şekilde temin ettikleri kitapla bana sürpriz yaptılar (artık kitaba sahip olma iştiyâkımı nasıl belli ettiysem!). Okunacaklar listesinde bekleyen diğer kitaplara biraz sabır tavsiye edip elçabukluğuyla hemen ön sıraya koyuverdim. Derken önceki yazımda konu ettiğim seyahatte yol arkadaşı olarak bize refakat edecekler arasında yerini aldı. Seyahatle birlikte trenimiz Anadolu’nun münbit topraklarında süzülüp giderken ray tıkırtıları eşliğinde yazarın aktardığı hikayeleri bazan hüzünle bazan hayretle bazan da bu topraklarda bir daha öyle sahnelerin yaşanmaması temennisiyle okumaya daldım.
Yazar Sivas’ın Zara ilçesinde doğmuş, adından anlaşılacağı üzere Ermeni cemaatine mensup bir kimse. Kitapta yer alan hikayeler tehcir yıllarını da içine alan bir dönemde Zara ve çevre köylerinde geçiyor. İnsaflı bir dille kaleme alınmış; ne kendi cemaati ne de birarada yaşadıkları Müslüman ahali hakkında haksızlık sayılabilecek gerçek dışı anlatımını görmedim diyebilirim. Din, dil, ırk önceliği yerine kahramanlarını yanlışıyla doğrusuyla ‘insan’ olma vasıflarıyla öne çıkarmış.
Gerçekçiliği bakımından otuz yaş ve altındaki nesle biraz abartı gibi gelebilecek olsa da hikayelerin içeriği benimle akran olanlar için şaşırtıcı değil. Hem büyüklerimizin anlatımlarından hem de çocukluğumuzda çok ucundan kıyısından şahit olduklarımızdan biliyoruz ki o yıllarda benzer hikayelerin Anadolu’nun her karışında izi vardır, çığlıkları yankılanır.
Kitapta dil ve anlatım bakımından, Zara’nın Maraş’a yakın bir coğrafya olması hasebiyle; Maraş Ağzı üzerinde çalışan biri olarak hem bizimkilerle çok benzer deyimler ve atasözleri ile karşılaştım hem de ilk defa duyduğum çok farklı halk deyişleri mahalli dil lezzetini de hissettirecek cömertlikte kendine yer bulmuş. Bilhassa Türkçemizin pop kültürün kıskacında dar bir alana hapsolmaya doğru gittiği şu zamanda, sadece o yönüyle bile okunmaya değer olduğunu düşünüyorum.
İlginçtir, bayram vesilesiyle Maraş’ta elini öptüğüm bir büyüğümle biraz sohbet ettik. Ne benim aklımda kitaba dair bir şey ne de onun okuduğum kitaptan haberi vardı. Söz döndü dolaştı Fransız işgalinde Maraş’ın ve bâhusus aile büyüklerimizin yaşadıklarına geldi; anlattıklarıyla sanki kitabın içeriğinden haberi varmış da bana “hikayelerin gerçekliği hakkında aklında bir şüphe varsa kov!” der gibiydi.
Kitapta yer alan bazı hikayeler, ya da bazı pasajlar aynı zamanda Tanpınar’ın “Beş Şehir”ini de hatırlattı bana; bilhassa da Beş Şehir’den Erzurum bölümünde anlatılanları…
“Vatan” deyip geçiyoruz da; bu coğrafya bize nasıl vatan olmuş, ne acılar çekilmiş, ne bâdireler atlatılmış, ne bedeller ödenmiş!.
Kitaptan bölümler alıntılamaya yerim elvermez. Merak edilirse yazarın kimliğine takılmadan önyargısız olarak okunduğu takdirde herkesin mizacına ve durduğu/baktığı noktaya göre mutlak surette faydalanacağı kanaatini taşıyorum.
O halde ilk fırsatta atını nallayan düşsün peşine!..