İnsanın bir şeye vukûfunun derecesi, o şeyi ne kadar kuşatıcı bir şekilde ve yanıltıcı etkilerden arınmış olarak ‘gördüğüne’ bağlıdır. Ve tabii bu ifadede ‘görmek’ sadece göze atfedilen bir algılama olarak değil bütün duyu ve algılama imkanları ile (his ve duyuş dahil) farketme, değerlendirme, teşhis ve tesbit etme süreci anlamında kullanılmıştır.

Şöyle bir modelleme yapalım: Öncelikle; bir sokağın iki yanında karşılıklı yeralan ve birer pencereyle birbirine bakan, insanın sahip olduğu duyu imkanlarıyla (görme, duyma v.d) donatılmış, akıl ve idrak sahibi iki bina düşünelim. Bu aklımızda bulunsun..

Bilindiği gibi, şimdilerde binaların pencerelerinde bulunan camlar iki veya çok katlı camlardan yapılmaktadır. Bu camların içeri ile dışarısı arasındaki etkileşimde nasıl rol alacakları; bu çoklu cam katmanında yer alan katman sayısına, her birinin cidar kalınlığına, aralarındaki eşit olan veya olmayan mesafelere, aralarındaki ‘boşluğun’ ne ile (hava, vakum, kompozit gazlar v.s.) doldurulduğuna ve yine her bir katmanın fiziksel, kimyasal, optik özellikleri gibi bir dizi faktöre bağlıdır.

Dolayısıyla sıraladığımız faktörlerin değişimine ve kombinasyonuna bağlı olarak dışarıdan içeriye veya tersine içerden dışarıya ısı, ışık, ses, renk, toz, v.s. gibi doğrudan algılanabilir veya ultraviyole ışınlar gibi ancak etkileri ölçülebilir olguların ne kadar nüfuz ve sirayet edebileceği çok değişiklik gösterir.

Şimdi modellememize geri dönelim ve sokağın bu yakasındaki binanın, karşı yakasındaki binayı ondan sadır olan şeylere kendi pencersinden bakarak anlamlandırmaya çalıştığını düşünelim. Bu yakadaki kahramanımızın algılarına dayanarak varacağı hükümler şüphesiz ki pencere camının kombinasyonuna/karakteristiğine bağlı olarak kesinlikle gerçekte olandan az veya çok farklılık gösterecektir. Bir başka deyişle kahramanımızın bizatihi ‘kendi gözü’ tarafından yanıltılması kaçınılmazdır. Oysa ki sorsanız, her teşhis ve tesbitinin doğru olduğuna yemin de eder ama mutlak gerçek hiç bir zaman tam olarak öyle değildir. Bunun çok basit ve bilinen bir örneği, çay bardağı içindeki çay kaşığının kırık görülmesidir.

Tıpkı bu modellemede izah edilmeye çalışıldığı gibi, insanın da bir görünmez ‘penceresi’ vardır ve dışımızdaki dünyadan gelen ve algı imkanları dahilindeki tüm verileri -hisler dahil- beynin ilgili merkezine aktarır. Yazının başında ‘görmek’ten kastettiğim de bu pencereden içeriye az veya çok değişerek sızan/aktarılan verilerin beyinde oluşturduğu ‘imaj’dır.

Düşünün ki, bu yakadaki kahramanımızın penceresi, yapısından (mayasından/cevherinden), işlenmesinden (eğitim süreci), cinsinden (aidiyet v.b.) gelen arazlara ilave olarak maruz kaldığı kum fırtınaları, dolu yağışları gibi ‘travmalardan’ kalan küçük küçük hasarlar, tozlanma, katman aralarında buğulanma, kuş pisliği v.b. etkilerle şeşi beş gösterir hale gelmişse karşı binayı ne kadar doğru kavrayabilir!?

Hal böyleyken; insanın, bir pencere camından çok daha sık ve çeşitlilikte tahrib edici etkilere maruz kalan ‘penceresi’ sahibine, dış dünyaya ait bir şeyi/olguyu veya tümüyle kuşatıcı olmaktan uzak/mahrum olduğu bir başka insanı ne kadar doğru/isabetli gösterebilir suali son derece önemlidir.

Hayat boyu yaşanmış olan olumlu-olumsuz tecrübeler, kırgınlıklar, travmalar, aldanışlar, isabetli tercihler, mutluluklar, başarılar, ezberlenmiş önyargılar gibi birçok faktörle karakteristiği belirlenmiş olan ve her yeni tecrübe ile değişmeye devam eden ‘pencere’ herkes için farklı ve kişiye özeldir. Ve her birimizin penceresindeki farklılıklar; karşı kıyıyı, yani dış dünyayı, çevremizi, değerlendirmeye tabi tuttuğumuz diğer insanları gerçekte olduğuna nisbetle ne kadar isabetli teşhis ve tesbit edeceğimizi ya da ne kadar yanılacağımızı belirler.

Hasıl-ı kelâm; aynanın sâfiyeti ve berraklığı, üzerine akseden görüntünün ne hale geleceğini tayin ettiği gibi, kendi penceremizin safiyeti ve ‘hasarsızlığı’ (ideal vasfı haiz olmaktan ne kadar sapma gösterdiği) da dış dünyanın, karşı kıyının içimize akseden görüntüsünün (‘imaj’) gerçeği ne ölçüde yansıtacağını belirler.

Şu var ki; aynanın kusurunu görüp tedbir almak, ‘hoh’layıp parlatmak, olmadı değiştirmek mümkünken, kendi penceremizi değil ıslah etme ihtiyacı hissetmek, kusurunu görebilmek bile imkansız derecesinde zordur. Bunun sonuçlarına dair örnek vermeme bilmem gerek var mı?!

Hele de dar bir alana müteallik sınırlı miktarda veri ile hüküm vermek durumu sözkonusu ise, o ‘pencere’nin sahibine Allah basiret versin.